26 Mayıs 2014 Pazartesi

Adana'da Patlıcan Kebabı


Anne tarafım Gaziantepli, baba tarafım ise Tarsuslu, ben doğma büyüme Adana'dayım =) Her yörenin lezzeti kendi halkına göre en güzelidir. Ama bence, söz Adana ve Gaziantep' e gelince biter.  Şayet bu iki nefis yemek kültürünün bir araya geldiği bir ortamda doğmasaydım, belki de bu lezzetlerden bi haber olacaktım der, şanslı olduğumu düşünür, sevinirim kimi zaman. Hatta bu şansımı bazen çok mu abartıyorum derim, ancak diğer yörelerde yediğim farklı yemekler ile sonuç olarak hiç de abartmadığım kanısına varırım =)  Salçası, yağı, tuzu, biberi vs az, soğansız veya sarımsaksız yemekler bana göre değil. Bir yemek neyi gerektiriyorsa onu içermeli mutlaka. Mesela lahmacun, benim ennn sevdiğim yemeklerden biridir. Adana'da genelde iç harcına, annemin deyimi ile "deve tırnağı büyüklüğünde doğranmış" soğan koyarlar. Zorda kalmadıkça [ misafirlik vs :) ] böyle bir lahmacun yemekten uzak dururum. Antep lahmacunu gibi , yalnızca sarımsak içermeli bu güzelim lezzet. Gerek internetten araştırarak gerekse çevremizden duyarak "şu mekanın lahmacunu güzelmiş, Antep lahmacunu yapıyorlarmış" vs diyip gittiğimiz, denediğimiz yerler oldu. Birebir , tam uyumda yapan hiç bir yere rastlamadık, yakın lezzette olan bir iki yerin ise daha sonraki gidişlerimizde kalitesini bozduğuna ve artık değiştiğine karar verince de gitmeyi bıraktık. O yüzden ben hazırlamaya çalışıyorum artık lahmacunumuzun harcını, fırına heyecan ve hevesle gönderiyorum. Fakat bir düş kırıklığı da burada yaşıyorum. Ya hamuru yanmış olarak ya da pizza tabanı, minder gibi kalın bir hamur üzerinde onca emek verdiğim harç heba olmuş şekilde geri geliyor.


Eşim ile, şayet dışarıda bir şeyler yiyeceksek cidden buna değecek güzellikte olmasından yanayız, yoksa onun dışında evimizde çok daha güzellerini hazırlayabiliyoruz. İmkanlar dahilinde, Gaziantep'te yediklerim kadar profesyonel ve harika olmasa da patlıcan kebabını yapmaya çalışmışlığım çoktur. Geçen gün eşim yeni keşfettiği bir yere gitmeyi önerdi. Ne yiyeceğimizi sorduğumda da patlıcan kebabı olduğunu söyledi. Ben de doğal olarak " Adana'da patlıcan kebabı? O kadar güzel yapan yer var mı ki? Patlıcanları nasıl pişirmişler, kuru kuru mu eti vs vs vs?" soru yağmurlarından sonra eşim de pes etti. Bir defa "patlıcan kebabı" sözünü duyup da Gaziantep lokantalarından manzaralar insanın beyninde gezinince, merak işte "İyi peki tamam bir gidip deneyelim" dedim.


Yemeğin gelmesini beklerken hep bir ön yargı ile inceledim etrafımı. Daha önce eşime sorup bezdirdiğim sorular, çevreyi inceleyen sessiz halimin ardında halen yanıp sönen minik ışıklar gibiydi. Sonrasında masaya büyük bir tabak salata geldi. Adana'da normaldir, ortaya salata gelir, bittikçe ekmek de salata da istersiniz, ücretsizdir, diğer şehirlerdeki gibi masaya getirilen her detaydan ücret almazlar. Sonra bir büyük tabak salata daha geldi, sonra bir tane daha, ardından büyük bir tabak yeşillik. 
Salataların görselliği güzel olunca bu defa asıl yemeği, kebabı merak eder oldum. Sonuçta kebabın durumuna göre belli olacaktı tüm düşüncelerim. 


Bekleme sırasında gördüğünüz fotoğrafları da çekmem hayli zor oldu, çünkü yemek gelene dek güzel bir fotoğraf çekebilmek için eşimin salataları talan etmemesi için çok uğraştım :)


Veee sonunda yemeğimizin geldiği an . . .  Öncelikle arkaplanda gördüğünüz salata tabakları büyük boy ve kebabın bulunduğu tabağın uzunluğunu da dikkate alırsanız aslında ne kadar doyurucu bir menü olduğunu az çok tahmin edebilirsiniz. Yani benim ve eşim için öyleydi :) Hatta bu fotoğrafı çekebilmek için oturduğum sandalyeyi biraz geriye iteklemek zorunda kaldım tüm tabağı kareye sığdırabilmek adına :) 
Patlıcan kebabı ise yemek, en önemli detaylardan biri de yanında içecek olarak ayran olması, ekmeğin de taze sıcak lavaş olmasıdır. Ahh ah Gaziantep'in tırnaklı ekmeklerini özledim :( 
Neyse ... Ayran istediğinizde kendi yapımları olanı getiriyorlar, gayet lezzetliydi. Asıl önemli kısıma gelmiştik. Patlıcanın kabuğu rahatça iç kısımdan ayrılıyor muydu, kebap terletilmiş miydi? Çünkü ben en çok ekmek arasına koyulan et ve patlıcanın ısırmaya çalışıldığında sularının birleşip ekmekten, kimi zaman da parmaktan usul usul akışını seviyorum,o zaman cidden lezzetli oluyor. Ne yalan söyleyeyim başlangıçta tereddütlü olduğum için çatal bıçak ile başladım yemeye. Ancak o ilk lokmadan sonra "Tamamdır" dedim ve resmen 4 elle sarıldım yemeğe :) Zaten tadı ancak o zaman çıkıyor. Yazıyı sabah yazıyorum ancak inanın ki şu görsel şölen ve o lezzetin tadı aklıma geldikçe "şu an olsa ne de güzel yenir" diyorum kendi kendime :)) 
"Sen beni buraya getirerek hiç iyi bir şey yapmadın" dedim eşime o gün, çünkü müdavimi olabileceğim kadar çok beğendim patlıcan kebabını. Herkesin beğenisi, damak tadı , tercih kriterleri farklıdır. Eşim, "bir puan versen kaç puan verirsin bu yemeğe" dediğinde "10 üzerinden 9" dedim. 1 puanı, etinde tam olarak hissedemediğim karabiber tadından kestim. Ancak dediğim gibi herkes sevmeyebilir o nedenle mekan, genel kitleye hitap eden bir lezzette hazırlamış olmalı etin baharatlarını. 
Adana'da olup da gitmek isteyenler için lokantanın adı "M.Ali İnce - Öz Adana - Patlıcan Kebap". Adres: Çukurova Caddesi Başak Mah. No: 239/A Yüreğir/Adana. Tlf: 0322 321 47 24  - 0322 322 64 41 
Yol çalışması olmadığı sürece çok fazla trafik yaşanmadığı için, aracınız var ise Adana'da bir yere gitmek 10 - 15 dk sürer. Gittiğimiz lokanta ise evimize biraz uzak bir mesafede yer aldığı için yaklaşık 20- 25 dk'da oradaydık. Küçük bir yer, gitmeyi düşünenler çok çok lüks bir görünüm de beklememeli, ancak temizlik,düzen  ve ilgi açısından bir çok yerden gayet iyi durumda. 
Herkese mutlu bir hafta dilerim :) 

22 Mayıs 2014 Perşembe

Yoğurt Mayalama ve Birkaç Cevap

Henüz yeni yeni kendime geliyorum. Soma'daki acılı ailelerin kendilerine hiç bir zaman gelemeyeceğini , toparlanmış , hayata devam ediyor gibi görünseler de eksik, yarım kalacaklarını bilmek ve elden hiç bir şey gelememesi ...
Çocukluğumdan beri haberleri izlemekten nefret ederim. Bu aralar ise izlememe gibi bir ihtimalim yoktu ve aşırı derecede etkilendim. Empatinin de ötesinde duygular hissettim. Üzüntüden, düşünmekten harap olmuş ruhumun; duyduklarım, gördüklerim karşısında içinde barındırmaya çalıştığı güzelliklerin, umutların, renklerin teker teker solmaya, yok olmaya başladığını fark ettim. İşte o an durdum ve evet, biliyorum çok kötü bir şey de olsa kendimi izole etmeye karar verdim.
 İş güvenliği uzmanıyım , ancak bu işin içerisine girip gerçekleri daha net görünce "Ben bu işi yapamam." dedim. Başaramayacak olduğumdan değil, tam tersi; aşırı plancı, titiz, pimpirikli biri olarak çok da güzel yapacağımı biliyorum. Ne yazık ki ülkemizde bilim insanına, bilime, insana çok az değer veriliyor hatta yeri geliyor hiç verilmiyor bile. İSG eğitimim sırasında öyle şeyler gördüm ki ; diğer ülkelerin 70 li, 80 li yıllarda aldığı iş güvenliği önlemleri 2000 küsürlü yıllarda olmamıza rağmen bizde uygulanmıyor bile. Uzman , iş vereni uyarıyor ancak iş veren cebini düşündüğü için duymazdan geliyor ve sorumluluk İSG uzmanına kalıyor. Yani uyarıları dinlemeyen, uygulamayan işveren hiç bir şeyden sorumlu olmadan kurtuluyor. İSG 'nin eğitimlerinde, kitaplarında, tüzüklerinde, stajlarında, sınav sorularında ısrarla öğretilen üzerinde durulan, sürekli tekrar edilen " Önce insan güvenliği " kavramı sadece terimlerde, cümlelerde, sözlerde kalıyor. Öyle aşkla, heyecan ile sarılmıştım ki bu göreve, birilerinin güvende olmasını sağlayacağım duygusu, sorumluluğu; sürekli araştırır, okur olmuştum. Ancak dediğim gibi sonrasında tüm bu çabalarımın boşa olacağını öğrenince " Ben uyardığım halde uygulanmayacaksa önlemler, kimsenin canını sırtıma yükleyemem, ben bu acıyı kaldıramam" dedim ve elimi ayağımı çektim.
Ve dediğim gibi kendimi izole ediyorum artık. Sanki birileri enerjimizi, hayallerimizi, mutluluklarımızı, renklerimiz, gülüşlerimizi bir karadelik gibi emmeye, bizden almaya; içimizdeki çocuğun elindeki oyuncakları kırmaya çalışıyor gibi. Biz üzüldükçe , karamsarlığa düştükçe de bundan haz duyuyor, mutlu oluyor gibi. Böyle insanlar çevrenizde genelde olur zaten, bilirsiniz; arkadaşlarınız veya akrabalarınız içinde yer alır. Ancak bu bahsettiğim tüm bunlardan daha büyük, daha öte bir şey. Toplumca , milletçe etkilemekte bizi.
O nedenle küçük mutlulukları ,  renk edinebileceğim gökkuşaklarını , hayattaki nadide anları toplayıp biriktirmeye çalışıyorum cebimde. Olumsuz, negatif her ne çıkarsa karşıma kapıyı yüzüne çarpıp dışarıda bırakıyorum. Bence hepimizin yapması gereken şey de bu; birlik olmak, farklılıkları değil ortaklıkları önemsemek, doğruyu bulmaya çalışmak, sorgulamak. Bizi karanlığa çekmeye çalışanlara; mutluluklarımızı, umutlarımızı, çocuk yanımıza dair neşelerimizi asla vermemeliyiz. 
 "Yazsam sonu gelmez, sussam içim rahat etmez" durumundayım, diyecek çok şeyim var da başlıkta yer alan konuya dönsem iyi olacak.


Bundan yaklaşık 10 gün kadar önce eşimin köyünden taze süt geçti elimize. Veee taze süt varsa hemen yoğurt yapmalıdır, mis gibi doğal,sağlıklı. 
Evlendikten sonra yeni yuvamda ilk defa yoğurt yapacaktım =) Böyle yazınca daha önce yoğurt mayalamışım gibi bir anlam çıktı sanırım ama, hayır. 
O nedenle önce anneme danıştım, sonrasında hemen okuyup püf noktalarını araştırmaya koyuldum. Annem yoğurt yaparken görmüştüm ancak detaylara odaklanmamış , bakıp geçmiştim. Ilık süt içine yoğurdu atıp karıştırmak ve üzerini örtmekten ibaretti sanki tüm yapılması gereken. Ancak iyi bir sonuç elde etmek isteniyorsa bundan fazlası vardı. 
Okuduğum kadarıyla sütü kaynatmayın deniliyordu ancak bu detayı ne yazık ki görmezden gelecektim. Çünkü taze sütü kaynatmadan kesinlikle tüketemiyorum. Siz de benim gibi sütü kaynatmadan kullanamayanlardansanız küçük bir tüyo vereyim size; şayet sütü taşırmadan uzun süre kaynatmak isterseniz , kaynatmak için kullandığınız tencere veya kabın içerisine bir adet cam çay tabağı atın. Süt içerisindeki yağ üst kısımda ince bir tabaka oluşturur, örtü misali ve bunun altında süt kaynarken oluşan kabarcıklar bir süre sonra bu ince direnç tabakasını aşıp "süt taşması" denilen durumu oluşturur. İşte bu çay tabağı tencere dibinde hareket ettikçe oluşturduğu dalgalanmalar da yüzeydeki ince tabakanın oluşmasını engelliyor. Tabi süt kaynama noktasına ulaştıktan sonra altını kısmazsanız çay tabağı da yardımınıza yetişemez olur =)


Süt kaynarken bir yandan da yoğurdu mayalayacağımız kapları hazırlıyoruz. Ben bu aşamada cam olanları tercih ediyorum. Ahşap bir masa üzerine kapların da üzerini kapatacağım sofra bezlerini seriyorum. Eğer siz de borcam veya cam kap kullanacaksanız soğuk mermer, tezgah üzerindeki kaba sıcak sütü boşaltmayın, camın çatlayıp kırılmasına neden olacaktır bu durum. 
Sütü kaplara bölüştürürken tencereden tomarla boşaltmak yerine bir kepçe yardımı ile ve hafif yukarıdaki bir mesafeden sütün hava almasını sağlayarak dökerseniz yoğurdunuzun dokusu daha bir güzel olacaktır. 
Paylaştırma işlemini tamamladıktan sonra artık sütün ılımasını beklemek kalıyor. Ancak bu sırada süt ılısın diyerek kapları sürekli karıştırmak yanlış bir hareket olacaktır. Sütün kendi halinde dinlenerek ılımasını beklemelisiniz ki üzerinde donan kaymak da yoğurdunuzun en lezzetli kısmını oluşturabilsin. 
Bu sırada sütten aldığımız bir miktar ile mayalamak için kullanacağımız yoğurdu bir kase içerisinde elimizden geldiğince iyice ezip homojen, olabildiğince pütürsüz bir karışım şeklinde mayamızı hazırlamaya çalışıyoruz. Ölçü olarak 1 litre süte 1 yemek kaşığı dolusu maya yoğurdu yeterli olacaktır.


Maya için kullanacağınız yoğurt mutlaka ev yapımı bir yoğurttan alınmış olmalı, market yoğurdunu kullanmanız durumunda sakız gibi sünen ve yoğurda benzemeyen bir bulamaç elde edersiniz (daha önce annem yaptığında yaşamıştık o kötü durumu bu nedenle bilgi sahibiyim). Neden bilmiyorum belki reklamların etkisinden belki de doğal olduğu için yoğurt yapım aşamasında tahta kaşık kullandım =) Evimde kullandığım tahta kaşık, spatula vs ürünlerde kesinlikle verniksiz olanları tercih ediyorum. 
Mayamızı da hazırladıktan sonra ılımakta olan sütümüzün üst kısmındaki kaymak tabakasını bozmadan serçe parmağınız ile bir noktadan sık aralıklarda sıcaklık kontrolü yapmanız gerekmekte. Uygun sıcaklığı anlamak için şöyle bir yöntem izleyebilirsiniz; parmağınızı süte batırdığınızda 10 'a kadar sayın ve eğer parmağınız yanmıyorsa ve hissedilen sıcaklığa dayanıyorsa uygun ortamı yakalamışsınız demektir. Asıl zor olan kısıma gelmiş bulunuyoruz, mayayı süte karıştırma. Eğer "Yoğurdum lezzetli mi lezzetli altın sarısı gibi kaymaklı olmasa da olur" diyorsanız bu zor aşamadan kurtulursunuz. Ancak "kaymaksız yoğurt mu olur" diyorsanız o zaman ılımış süt üzerinde oluşmuş kaymak tabakasını dağıtmadan, parçalamadan bir tek bir bölgeden açtığınız yerden süte dahil etmeniz gerekmekte. Mayayı süte ilave ettikten sonra kaşığı bu açıklıktan süte daldırıp dikkatli ve yavaş hareketler ile eşit şekilde, iyice eriyerek karışmasını sağlamalısınız. Eğer kaymağı almadan  maya ile sütü öylesine karıştırırsanız da oluşmuş kaymak tabakaları süt içerisinde çeşitli noktalara dağılıp hem mayanın eşit yayılmasını engelleyecek hem de yoğurdun  dokusunu bozacaktır.


Mayalama işlemi ardından üzerini mutlaka ama mutlaka yukarıdaki fotoğrafta da görebileceğiniz gibi hava alabilecek süzgeç tarzı kaplar ile kapatmalısınız. Şayet hava almayan bir kapak kullanırsanız yoğurdunuz sıcaklıktan oluşan buğulanma nedeni ile sulanacaktır. Kapakları da yerleştirdikten sonra dikkatli bir şekilde üzerini sofra bezleri vb örtüler ile iyice örtüyoruz ve 2,5 - 3 saat mayalanmaya bırakıyoruz. Fazla bekletmek yoğurdu ekşitebilir. Mayalama süresi bitince hemen buzdolabına alıyoruz yoğurdumuzu. Soğuyana dek ağzını kesinlikle kapatmıyoruz. Soğuduktan sonra da mutlaka kapatıyoruz ki kapta oluşabilecek yoğunlaşmış buharlar yoğurda dahil olup sulandırma yapmasın. Ve önemli bir diğer nokta şiddet ile tavsiyemdir, yaptığınız yoğurdu buzdolabında en az 1 gün dinlendirmeden kesinlikle bölmeyin. Çünkü dinlenince daha lezzetli oluyooooor =)
Veee işte sonuuuç =)


Fotoğrafta mayalamak için süte hangi noktadan müdahale ettiğim de belli oluyor sanırım =) 


Peki bu yorgunluğun üzerine ne güzel gider? Tabi ki bir fincan Türk kahvesi =)
Fotoğraf bana ait, daha önce de bahsetmiştim kendimi geliştirmeye çalıştığımdan. Beğendiğim, beğenileceğine inandığım fotoğraflarımı da "by Mekila" imzası ile yayınlıyorum. Facebook'ta photos "by Mekila" adlı sayfamda diğer fotoğraflarıma da ulaşabilirsiniz =)

Şimdi geleyim yazdıklarım ile alakasız bir konuya; dün akşam blogger'a yeni bir şeyler yazmak için girdiğimde "Cansu" adlı (ki adının gerçekte bu olmadığından da eminim) bir okuyucudan 6 adet yorum olduğunu gördüm. Okudum, okudukça da ne amaçladığına bir anlam vermeyi denedim. Olmadı. Bu yazılanlar ya bir çocuk tarafından ya da yetişkin olsa da beyni gelişmemiş,yetişememiş birileri tarafından kaleme alınmış olmalıydı.
 Ancak "insan" olmak;  kişinin ruh rengi, karakteri  ve diğer bireylere davranışları ile birleşince ölçülebilecek bir değer oluyor ya, işte sırf insanlık yapmak için şimdi o yorumları tek tek cevaplamak istedim.

Yorum saatlerine göre ilk yazılan 6 numaralı yorumdan başlayayım.
6- Öncelikle seni, tatlı mı görgüsüz mü olduğuma dair beyin fırtınası içinde bıraktığım için üzgünüm. Fakat bir de olumlu yönden bakmalı , sonuçta nöronlarının birbiri ile iletişime geçmesini sağlamışım beynini yorarak. "Kına Gecesi ve Detaylar" başlıklı yazımda, dikkat ettinse başlıkta da yazıyor -detaylar- demek ki ben bu yazıyı ne için yazmışım, benim gibi evlilik hazırlığı içinde, telaşında olan kişilere bir fikir, bir yönlendirme,yardım sağlasın.

5- Hmm işte bu noktada bir gariplik var. Enteresandır ki "Kına Gecesi ve Detaylar başlıklı yazıma yine SENİN GİBİ birilerinin yazdığı anlamsız bir yoruma "Düğün ve Detaylar" başlıklı yazımda cevap vermiştim. Ve bu yazıma şimdi de SEN "kendini beğenmiş" diyerek yorum bırakmışsın. Kendini sevmek, beğenmek her mutlu bireyin içinde yer alabilecek duygudur, bir dene, senin için oldukça zor ama bence kendini sevmeyi başarabilirsin.

4- Görgüsüzlük nerede çözemedim. Blog yazmak kısaca açıklarsam internet günlüğü gibi bir şeydir. Günlük nasıl tutulur; gün aşırı, fırsat buldukça, kayda değer gördüğün konularda, hatıra olması adına, arşivlemek için yazılar yazarsın. Bunun blogdaki bir artı yanı fotoğraf da eklersin ve birçok kişiyi gerek bilgilendirmek için gerekse arkadaşla bir sohbet edermişcesine bu olaya dahil edersin. Benim yazdıklarım da böyle, bunlarda nasıl bir görgüsüzlük var, insan dışı bakış açın oldukça itici.

3- 6 numaralı yorum cevabında da dediğim gibi balayı araştırmasında olan kişiler için, bir nevi mekan önerisi yazısı olduğu için o yazıda banyo fotoğrafına da yer verdim.  Ahh ah işte bu yazdıklarımı da anlayabilecek misin bilmiyorum ama o kadar zaman harcamış 6 adet uzun uzun yazılarımı okumuşsun ben de sırf bunun için uzun uzun yorumlar yazıyorum sana, iyi veya kötü her okuyucum değerli sonuçta benim için.

2- İşte bu yorumda pek de hoş karşılanamayacak bir seviyeye öyle düşmüşsün ki beni de oraya çekmeye çalıştığın çok net. Üzgünüm tatlım ancak buradan, bulunduğun noktaya bakınca oldukça dipte ve derinde görünüyorsun. Ama sana şunu tavsiye edebilirim; yaşın kaç olursa olsun yaşlı kişilere, bizden büyüklere, evladı olan, bir can dünyaya getirmiş annelere saygılı olmalısın. Misal, benim annem 60 yaşına gelmiş, 3 çocuk büyütmüş, 40 yılını öğretmenlik gibi kutsal bir mesleğe adamış yüzlerce öğrenci yetiştirip bu ülkeye kazandırmış bir insandır. Artık annemin nasıl biri olduğunu kendini birazcık zorlarsan sanırım anlayabilirsin.

1- Bir kolye hakkındaki yazımda "yalancı" olduğum noktasına nasıl ulaştın, somut bir şekilde varsa elinde bir belge vs kanıtlarsan bunu, çok mutlu olurdum. Neyse ... Ha bu arada kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Bu kadar rahatsızlık duydunsa 6 adet yazımı okuyana kadar ekranın sağ üst köşesindeki kırmızı renkli çarpı kutucuğuna tıklayıp kendine işkence etmekten vazgeçebilirdin. 

Dilerim daha temiz ruhlu, kaprissiz, kıskançlıklardan arınmış biri olma yolunda kendini geliştirmek için çabalarsın. Mutlu günler dilerim... 

16 Mayıs 2014 Cuma

Kömür Karası Bir Dilim Ekmek


Yüzlerce, binlerce kelime, cümle hızla dolanıyor beynimde, duvarlarına çarpıyor kıvrımlarının, daha da hızlanıyorlar sanki. Öyle artıyor, çoğalıyor, büyüyor ki söylemek istediklerim, yetişemiyor dilim, tükeniyor nefesim. Sonra gözlerimde yol buluyorlar, her damlaya tonlarca ağırlıkta acı yüklenmişcesine durmadan düşüyorlar gözlerimden.
Kalbimde; gidenler ardından dualarım ve suçlular için de ahlarım, beddualarım yarışıyor. " Çizmelerimi " değil belki ama ayakkabılarımı çıkarıp; koşarak, yürüyerek, haykırarak, ağlayarak gitmek istiyorum SOMA 'ya. Neye yarayacaksa . . .


Ekmeklerine kömürü katık yaparak gittiler kömür karası kıyafetleriyle beyaz ruhlu insanlar.
Mekanınız Cennet olsun.

9 Mayıs 2014 Cuma

Mersin - Mihrican Yaylası

Merhabalar, yine uzun ara verdim ne yazık ki yazılarıma :(  Ancak şimdiden heybemde 4 yeni konu var kaleme almak için. Yani mani çıkmadıkça artık daha sık yazmaya çalışacağım inşallah. 
Blogumu çok özlemiştim, aslında yazı yazamasam da bırakılan yorumları yayınlamak,soruları cevaplandırabilmek ve diğer blog dostlarımın yazılarını takip edebilmek için hep buralardaydım.
Madem ki uzun bir aradan sonra devam edeceğim, temel görünüme fazla dokunmadan, yeni bir header ile canlılık fark katmak istedim kelimelerimin size ulaşan penceresine. Umarım beğenilir :)


Dönüşten sonraki bu ilk yazımda, 2 hafta kadar önce, bir pazar günü keşfettiğimiz Mersin'in Mihrican yaylasına yer vereceğim.
Amacımız hafta sonu güzel bir piknik yaparak; baharın büyüleyen kokuları ve ışıldayan güneşi ile bütünleşip, şehir stresini üzerimizden atmaktı.
Adana'da da güzel yerler var ancak bu kez bir değişiklik olsun dedik ve Mersin'e doğru erkenden yola koyulduk.
Piknikte 3 genç çifttik. Aslında evli olarak ilk pikniğimiz idi eşim ile ve çok farklı, güzel bir duyguydu :) 2 çift Adana'dan 1 diğeri de Mersin'den buluşup devam ettik yolculuğumuza. Biz Adana'dan giden grup, tam olarak rotamızı bilmiyorduk. Temelde Mersin'de bir yere gidecektik ama net bilgimiz yoktu. Hedefimize Mersin'den katılan çiftimiz yön verdi. Manzaraları, güzellikleri görebilmemiz adına biraz dolambaçlı yollardan götürülmüş olduğumuz ve Adana - Mersin arası mesafeyi de dahil edince buna, biraz uzun süren bir yolculuk olmuştu benim için. Belki de ilk defa görülecek bir yere duyulan merak dolayısı ile bitmek bilmez gelmişti yol, bilemiyorum ancak buna değdi mi derseniz, kesinlikle !!! Çünkü yol boyunca çok güzel yaylalardan, köylerden, manzaralardan geçtik. Öyle ki bazen, "Mersin mi burası yani? Sanki Karadeniz'de yol alıyorum." dedirtti.

Sonuç olarak piknik yapacağımız yere işte böyleee bir tepeden baktık. Nasıl bir güzellikti; balık tutan, yanında getirdiği portatif sandalyesini aracının yakınına koyup açtığı müzik ile ruhunu dinlendiren, piknik sofrasını çoktan toplayıp çay keyfine geçmiş, bir ağacın gölgesinde çimlere uzanmış insanlar, top oynayan çocuklar. 


Gördüğünüz bu göl aslında yapay, ancak ortam ile doğa ile öyle bütünleşmiş ki asla aklınıza gelmiyor yapay olduğu.


Havanın serinliğini, temizliğini anlatmama hiç gerek yok adı üstünde,yayla. Ki zaten yukarıdaki fotoğraftan da anlaşılacağı üzere, dağ ardından gelen sisler ortamı tasvir etmekte en güzel kanıt.


Hava güzel, ortam güzel, manzara güzel, yol da biraz zaman alınca ne olur, acıkılır :) Adanalılar olarak ilk ne yapılır? Yeşillik görüldüğünde hemen mangal yakılır. Öyle ki Adana'dan km.lerce uzakta refüjde dahi mangal yapan bir topluluk görürseniz, büyük oranda Adanalı olabilirler :) Yemek hazırlıkları noktasında hanımlar kadar beyler de oldukça başarılı işler çıkardı, yetenekli eşler bulmuşuz yani :)  


Ve mangal varsa, yanında olmazsa olmazları, tazecik biberleeer :) 
Daha önce bu kadar çok yemek yediğimi hatırlamıyorum, yaylada 1 hafta kalınsa 2 kilo alınabilir bence.


Gölü geride bırakıp, yaylanın yerleşim merkezine doğru yol aldıkça çevremizde gördüğümüz şirin evler, hayal dünyası durulmayan beni, hemen hikayeler yazmaya, masallarda gezinmeye başlattı. Ancak haksız mıyım söyler misiniz? Şu minik kulübe görünümlü evde, yeşillikler içindeki mis gibi temiz havalı yerde yaşayan insan nasıl yaşlanır, nasıl mutsuz olur?


Veee bu da dönüş rotasında seçtiğimiz bir başka yolda karşılaştığımız muhteşem güzellikteki bir manzara.
Mihrican Yaylasına gitmeyi düşünenler için, yayla; Fındıkpınarı- Demirışık Köyünün 1 km kuzeyinde ve Mersin'e 50 km uzaklıkta yer alıyor.
Herkese mutlu hafta sonları dilerim.