23 Ağustos 2012 Perşembe

Milföy Baklava

 
Adana'da hava halen çok sıcak, biz de bu nedenle haleeeen yayladayız. Burada istediğim her malzemeyi bulmamın imkanı yok. O nedenle elde olanlar ile bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Daha önce de yazmıştım kafam o kadar meşgul ki hiç bir şey yapmak gelmiyor içimden. Ama günler de öyle durmakla geçecek gibi görünmüyor. Yavaş yavaş işlere uğraşlara girişmek sanırım yardımcı olur. Ramazan Ayı zamanında da çeşitli lezzetler yaptım ancak gün ışığı olmadan fotoğraflamayı pek sevmediğim ve akşam vaktine denk geldiği için elimde pek bir şey olmadı ve yeni yayın yapamadım.
Dün hem yemek sonrası tatlı bir şeyler olsun hem de can sıkıntım biraz geçer belki diyerek buzdolabını şöyle bir karıştırdım, evdeki malzemelere baktım. Dondurucuda milföy hamurları vardı, pasta malzemeleri dolabında da doğranmış fındık. Milföy bence harika bir buluş; yani hem tuzlu hem  tatlı her lezzetleri üretmede yardımı çok büyük oluyor.  
 
 
Yaylada olduğumuz için burada yaptığım pastaları, kekleri veya tatlıları işte yukarıda gördüğünüz kuzineli sobada pişiriyorum. Gerçekten çok zor oluyor. Ateş, ısı sürekli tek bir taraftan geliyor ve eğer düzenli aralıklar ile tepsi yönünü çevirmezseniz ısının geldiği taraf yanıyor. Ve siz de bilirsiniz ki kek pişirirken ilk 20 dakika fırın kapağını açmak o kekin kabarmasına engel olur. Ancak kuzinede kapağı açıp tepsiyi çevirmedikçe de kekin daha pişmeden üstünün yanması muhtemel. Aşağıdaki fotoğrafta da tatlının pişerken daha çok hangi yönden ısı aldığı zaten anlaşılabiliyor =D
Milföy baklavayı yaparken sonucundan memnun kalmadığım tek nokta üzerine yumurta sarısı sürmüş olmaktı. Siz öyle yapmayın, milföylerin kendilerinin kızarmasını bekleyin ki içleri de çiğ kalmasın.

 
Bu şekilde ortaboy bir borcam için kullandığım malzemeler:
 
6 adet dikdörtgen yaprak milföy ( kare şeklinde satılıyorsa 12 adet)
6 yemek kaşığı iri çekilmiş fındık
1 adet yumurta
1 yemek kaşığı şeker (içi için)
1,5 su bardağı şeker
1,5 su bardağı su (şerbet için)
5-6 damla limon suyu (şerbet için)
sıvı yağ (tepsiyi yağlamak için)
 
Hazırlanışı:
 
Öncelikle şerbeti hazırlıyoruz ki tatlı fırında pişene dek şerbet soğusun.
Sonrasında milföyleri buzluktan çıkarın ve rulo yapacak kadar yumuşadığında yapıma hazır hale gelmişler demektir.
Bir kasede fındık içini ve iç için olan şekeri karıştırın.
Yumurtanın sarısı ve beyazını ayırın, sarısını kullanmayın beyazı milföylerin ucunu yapıştırmak için kullanılacak.
Hamurların bir kenarına yeterli olduğunu düşündüğünüz miktarda iç harçtan koyup rulo şeklinde sarın, uç kısma geldiğinizde yumurta beyazı sürün ve ruloyu sarmayı bitirin.
Burada önemli olan nokta eğer dikdörtgen milföy hamuru kullanıyorsanız harcı uzun kenara yerleştirmeniz gerektiği. Kare hamur kullanıyorsanız her kenardan da aynı sonucu alacaksınızdır.
Yağladığınız tepsiye, içi harçlı milföy rulolarını yukarıdaki resimde de gördüğünüz gibi lokmalık olacak şekilde doğrayıp , yapışan uc kısımları açılmayacak şekilde altında kalacak biçimde yerleştirin.
170'C de üzerleri kızarana dek pişirin, eğer fırınınızın turbo fanı varsa çalıştırmayın. Yavaş yavaş için için pişmesi gerekli. Tatlı hamuru piştikten sonra fırından çıkarın ve üzerine soğumuş olan şerbeti dökün.
Şerbeti çektiğinde yemeye hazırdır =) afiyet olsun.
 

12 Ağustos 2012 Pazar

Günleri Saymak

Bu aralar ben bende değilim. O nedenle de bloga uğrayıp da yeni bir şeyler yazamıyorum. Gözlerimle görmesem "belki" kelimesini kullanırdım ancak içinde olup yaşadığım için "kesinlikle" diyeceğim. Benimle aynı duyguları yaşayan aynı durumda olanlar kesinlikle var. Ama herkesin derdi kendisine dağ gibi görünürmüş ya işte o haldeyim. Uzun zamandır kendimi psikolojik olarak hazırlıyordum buna ama ne kadar düşünüp  hazırlansan da iş yaşamaya gelince olmuyormuş. Kendi kendime oturup düşündüm, teselli bulmaya çalıştım, moralimi iyi tutacak şeyler denedim de elim varıp da bunları sizinle paylaşmayı neden akıl edemedim ki daha önce bilmiyorum. Aslında donuk gözlerle reklamlar dahil kanal değiştirmeden televizyona boş boş bakabilmekten başka hiç bir şey yapmak gelmiyor içimden. Ellerime demirden tonluk ağırlıklar bağlamışlar da kımıldatamıyorum sanki, çevremde insanlar gülerken,eğlenirken,gezerken; her ik idakikanın birinde ben ağlamaya hazır durumda geçiriyorum günlerimi. Belki de öğrendiğinizde "Bu muydu derdin?" diyeceksiniz ama dedim ya herkese kendi derdi büyükmüş. Adana otogarından, her yeri inleten alkışlar, hep bir ağızdan tüm yürekle söylenen İstiklal Marşı ile uğurladım ben de askerimi, canımı, sevdiğimi. Tüm otobüsler gencecik askerlerle doluydu, ailelerin dilinde dualar, gözlerinde yaşlar vardı. Kiminin kardeşi, kiminin annesi, kiminin babası, kiminin eşi, kiminin de benim gibi nişanlısı nice duygularla dolup taşan, karmakarışık bir ruh hali ile el salladı sevdiklerinin ardından. Anneler hem kendi evladı hem de başkasının evladı için dua ediyordu, ana yüreği işte en iyi onlar biliyor. Kalplerde ortak olan aynı anda dilenen tek dilek "Sağ salim evine dönsün"dü.
Veda zamanı yaklaşırken hızla geçen zaman, otobüs dönüp arkasını gittiğinde benim için artık yavaş çekimde akar misali geçiyor. Yediğim bir yemek, duyduğum bir espri, bir koku ... vs hep ruhumun diğer yarısını anımsatıyor. Sürekli düşünceler dolanıyor aklımda; "uyudu mu, ne yedi, canını sıkan bir şey oldu mu, üzülüyor mu, mutlu mu..." İnsan ancak sevince hissediyormuş ya yaşadığını, işte sevdiğin de yanında olmayınca ruhsuz kalıyor sanki dışarıdan kendine bir yabancı gibi bakar oluyormuşsun. Başka zaman güleceğin haline, buz gibi tepkisiz kalabiliyormuşsun. Mesela içecek bir şeyler almak için girdiğim markette kasadaki kişi "başka bir şey var mıydı alacağınız" diye 2 defa sorduğu halde ben her defasında o kişinin söylediklerini anlamayıp "efendim?" diyip durmuştum. Çok garipti sanki kuyudan sesleniyordu adam da ben duymuyordum.
Şu sıralar - ki bu süre sanırım sevdiğim askerden dönene dek düzelmeyecek - ben bende değilim. Ne pasta, ne keçe, ne gezmek, ne fotoğraf çekmek; hiç ama hiç bir şey yapmak gelmiyor içimden. O yanımda yokken mutlu olamıyorum, o uzaklarda zorluklar çekerken ben gülemiyorum.
----
Tek istediğim; zaman olabildiğince çabuk geçsin ve yolu gözlenen evlatlar, sevgililer, kardeşler yuvasına dönsün.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Doğu Karadeniz Turumuz - son


Hava değişikliği, oruç, yorgunluk birleşince Karadeniz turumuz ile ilgili son yazıyı yazıp, yayına almam hayli uzun sürdü.
Daha önceki iki tur tercihimizde olduğu gibi Uzungöl için de Atmaca 53 Turizm'i tercih etmiştik. Yine her şeyden çok memnun kaldık.
Uzungöl'ün güzelliğine getirecek olursam konuyu, sanırım bunu ifade edecek kelimeleri bulmak hayli zor olacak. Hani "ölmeden önce görülmesi gereken yerler" derler ya işte aynen öyle. Fırsatını bulduğunuz anda gidin ve görün. Dilerseniz bisiklet kiralayıp gönlünüze göre dolaşın, dilerseniz gölde bir gezintiye çıkın deniz bisikleti ile. Bu arada yanınıza hırka, ceket gibi birşeyler almayı unutmayın.


Trabzon Ayasofya Müzesi, Atatürk Köşkü ve Boztepe'yi herhangi bir tura katılmadan kendimiz gezmeyi tercih ettik. Müzeyi gezmek, duvarlarına asılan açıklayıcı yazılar ile gerçekten etkileyiciydi.

 

Trabzon Boztepe ise yorgunluğunuzu atabileceğiniz nefis manzarası eşliğinde, sevdiklerinizle oturup çay yudumlayabileceğiniz çok hoş bir mekan.

 

Ve tabi ki en çok etkilendiğim, gezerken gözlerimin dolduğu o eşsiz köşk. Merdivenlerinden çıkarken tuttuğum korkuluklarını bir zamanlar Atatürk'ün de tuttuğunu, o basamakları onun da çıktığını bilmek gerçekten tüylerimi diken diken etmişti. Özellikle de harita üzerinde kendi el yazısı ile yaptığı çalışmaları görmek... Diyebileceğim tek şey, gidin ve tarihi hissedin, onun izlerini görün, balkona çıkıp  masmavi gözleri ile aynı güzellikteki ufka baktığında neler düşündüğünü hayal edin, sanki her an bir odadan sesini duyabileceğiniz hissini siz de duyumsayın.
-------
Not: Daha önce Çayeli'nden bahsettiğim yazımda yer vermeyi unuttuğum lezetli bir ayrıntıyı da not olarak ekleyeyim. Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz nefis kurufasulye bahsedildiğine göre çok meşhurmuş. Kurufasulyenin meşhuru mu olur diyip başlangıçta tercihimi başka bir menü yönünde kulluanmıştım.Ancak tadına baktıktan sonra tek kelime ile bayıldım. Yolunuz Çayeli'ne düşerse, Lale Lokantası'na gidip kurufasulye yemeden ke-sin-lik-le dönmeyin =)